Ukrayna gümrüğü geçen yılki kadar sıkıntılı olmadı. Genç bir memur vardı, asker, beni seyahat nedenim vs sorguladı sonra   yol gösterdi ve işlemler tamamlandı. Yine form doldurulan yerde biraz beklettiler ve memurların nazlı davranışlarına maruz kaldım ama mührü vurdular ve çıktım. Ukrayna’da seyahat ederken bir tren yolunu geçtim ve uzaktan gelen tren sesini duyunca kaydetmek istedim. Makinistte beni selamladı.

Temmuz 2018 rotası Bulgaristan, Romanya, Moldova, Ukrayna, Beyaz Rusya, Litvanya, Letonya, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan, Azerbeycan, Gürcistan ve Türkiye dönüş rotasıdır. İlk çalışmamızda Özbekistan’dan Türkmenistan’ı transit geçip İran üzeri dönmeyi istedik fakat Türkmenistan vize vermedi. Sadece bize değil kimseye vize vermiyor, transit geçiş vizesi dahi alınamıyor. Bu nedenle tekrar Kazakistan’a girip, Hazar denizini feribotla geçip, Azerbeycan, Gürcistan üzeri dönmeye karar verdik. 6 Temmuz’da bulvardan yola çıkarken çektiğimiz fotograf aşağıda.

Moldova Balti’de bir gece kaldım. Akşam güzel bir mekanda dünya kupası çeyrek final maçlarından birini izledim. Sabah kalktım, yanımda euro, dolar var, poğaça ve kahve almak istiyorum ama kredi kartı geçmiyor ayrıca euro ve dolar da almıyorlar. Transit geçiş yaptığım için ve hep zamanım yollarda geçtiği için para bozdurma fırsatım da olmuyor. Ödeme işini başaramayınca fırıncı ikram etti kahvaltımı. İngilizce de bilmiyorlar  ancak çalışan gençlerden biriyle biraz iletişim kurabildim. Kahvaltı sonrası Ukrayna Kiev’e doğru yola çıktım. 

Bir insanın yanlışla gitmek isteyebileceği son yer neresidir diye sorsak insanlara eminim ki bir çoğu Çernobil diyecektir. Google Map Kiev’den Belarus Minsk’e yolu Çernobil üzerinden götürüyormuş. Ben navigasyona bağımlı olduğum için yola devam ederken birden askeri bir barikatla karşılaşınca şaşırdım. Yolu kesmişler. Ben ilk anda gümrük mü acaba diye düşündüm. Bariyerin önüne gelip durunca asker şaşırdı hayırdır der gibi bir el işareti yaptı. Etrafıma bakınca bir tuhaflık olduğunu anladım. Bir turistik eşya büfesi, eski bir tank, bilgilendirici panolar etrafta. Çernobil yazıyor heryerde. Radyoaktivite uyarısı. Şok oldum. Neyse, panoları okudum, resim çektim, küçük şeyler satın aldım ve tekrar yeni bir rota belirleyip yola devam ettim.  Sonunda Minsk’e ulaştım. Ercan benden bir kaç saat sonra geldi ve buluştuk. Büyük plan başlıyordu. Akşam geç saatte buluşabildiğimiz için o gece yattık. Sabah erken kalkıp gezmeyi planladığım 2 yere Ercan uyanmadan gidip döneyim sonra birlikte yola devam ederiz diye düşündüm. Saat 7 gibi çıktım önce Zafer Anıtını ziyaret ettim. 

Kiev’e ikinci gidişimdi. Otele yerleştim. Hemen otelin yan tarafında “The Dubliner” hoş bir mekanda yemek yedim ve bir şeyler içtim. Geçen yıl motorum sorun çıkardığında yardımcı olan Only Metal Cycles’dan Yuri ile bir hafta önce haberleşmiştim, ertesi gün onunla buluşmak istiyordum, garajda olup olmayacağını sormak için yazdım ama malesef Polonya’ya gitmiş. Ona bazı otantik hediyeler almıştım Türkiye’den, onları vermek için ertesi gün eşiyle buluştum. Only Metal Cycles’da fotograf çektirip yola devam ettim.

Balti’ den Ukrayna’ya giderken biraz kaygılıyım. Geçen yıl Ukrayna gümrüğü tam bir kabus olmuştu. Bu sene farklı bir gümrükten girmek istedim. Yine bir nehir sınırı belirliyor ve sal gibi bir deniz taşıtı ile karşıya geçiliyordu. Yolda insanlar motorsiklete ve bize ilgi gösteriyorlar.

Her zaman olduğu gibi sabırsızlık ve heyecan yüzünden yola çıkmayı planladığım günden bir gün önce akşamüstü yola çıktım ve Shumen’e kadar sürdüm. Gece 12 civarı otele yerleştim. Böylece yol ve zamandan avantaj elde ettim, çünkü gezme planlarım Beyaz Rusya’dan başlıyordu. Ercan benden 10 gün önce yola çıkmıştı ve Minsk’te buluşmayı planlamıştık. Bir sonraki gün yine sabah erken kalktım ve Bulgaristan’dan Romanya’ya ve Romanya’dan transit geçerek Moldova, Balti’ye kadar sürdüm. Romanya’dan Moldova'ya geçtiğim sınır bir nehir ile ayrılıyordu ve bir salla karşıya geçtim. 


Sala motorla çıkmak bir kabustu. 3 ya da 4 parça hareketli duba birbirine bağlanmış. Bu dubalar dümdüz metal ve bazı yerler ıslak. Üstelik birleştiği yerlerde bir birine kenetlenmiyor ve bağımsız hareket ediyorlar. Bir anda biri aşağı biri yukarı hareket edince motorun önünde 20 cm bir basamakla karşılaşmak mümkün. Başka seçenek yok, sürdüm artık dubalardan zıplayarak.

Ercan Sadık’la birlikte daha büyük hayaller, daha uzak mesafeler, daha cesur adımlar planladık. Orta Asya, Rusya, Altaylar hedefimiz. Ercan benden daha deneyimli. Avrupa’da gezmiş ve Mogolistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan rotasını daha önce de yapmış. Mesleği öğretmenlik ve her yaz tatili motorla geziyor.

Ben Stalin hattını gezip bitirdikten sonra motoru park ettiğim yere döndüm. O sırada bir servis aracı geldi ve çalışanlar indiler. Kafeler açıldı. Bende kahvaltı etmemiştim, bir çörek ve kahve için kafeye yöneldim. O sırada bir adam geldi, hal hatır sorduktan sonra nereli olduğumu sordu. Sonra ayrıldık ve ben kafeye gittim, kahve ve çörek yedim. Çıkışta aynı adam geldi ve beni bayrak direklerinin oraya davet etti. Direklerden birine Türk bayrağı çekmişlerdi. Bugün ve bu saatte herkesten önce gelip burayı gezdiğiniz için göndere Türk bayrağı çektik ve tüm gün sizin şerefinize bu bayrak dalgalanacak dedi. Çok şaşırdım, çok mutlu oldum. Teşekkürler etmek istiyorum ama söyleyecek doğru kelimeleri bulamıyorum. Ne büyük incelik.

Rusya sınırına akşam 10-11 gibi ulaştık. Yolda çok mola veremedik ve doğru dürüst bir şey de yiyemedik. Hem yorgun hem de açız. Letonya gümrüğünden çıkmak sorun oldu. Bir otobüs dolusu insanın işlemini bekledik önce, sonra sıra bize geldiğinde gümrük memuru sorun çıkardı. Yeşil pasaportlarımız var ve special (özel) pasaport yazıyor üstünde. “Special pasaport” kelimesine takıldı, ne demek özel pasaport, siz neden özel pasaport sahibisiniz gibi sorular soruyor. Bana göre bilmediğinden değil ama özellikle sorun çıkarmak için yaptı. Siz bekleyin biraz dedi. Bizde sorgulayacak diye düşündük ve bekledik. Bir saat, iki saat, üç saat. Bu arada neredeyse sabah olacak ve biz çok yorgun ve açız. Gümrük ofisinde otomattan cips alıp yiyoruz ama nafile doyurmuyor zaten hiç sevmem cipsi. Sonunda dayanamadım ve gidip adama “biz neden bekliyoruz?”, “daha ne kadar bekleyeceğiz?” diye sordum. Adam ne dese beğenirsiniz “evraklarınız karşıda bayanda” alıp gidebilirdiniz! Hay Allahım, saatlerdir bekletti, hiç bir şey söylemedi boşu boşuna. Oradan çıktık ve Rusya gümrüğüne gittik. Orada da bir çok form doldurmak gerekiyor, İngilizce konuşmuyorlar. Benimle bir kadın memur ilgileniyor, Ercan’la erkek. Ercanın işi kolayca bitti. Bir sürü kağıt verdiler, anlamıyorum da ne olduklarını ve kaybetmememiz gerekiyor çünkü çıkışta geri istiyorlarmış. Saat sabah saat 4-5 arası ve biz neredeyse 20 saattir yollarda ve açız. 

St.Petersburg büyülü bir kent. Her yeri tarih ve  sanat. Çok beğendim. Günün her saati hareketli. Cıvıl cıvıl. İnsanlar ikiye ayrılıyor sanki, gündüzcüler ve gececiler şeklinde. çünkü  gece ve gündüz sokaklar hiç boşalmıyor. Ayrıca çok sayıda turist için bir cazibe merkezi. Sokaklar tam bir sanat merkezi gibi, Müzisyenler, ressamlar, dansçılar, her yerde. Üstelik hepsi oldukça etkili performans sergiliyorlar. Dostoyevski’yi evinde ziyaret etmek de bir ayrıcalıktı.

Bilinen en eski atalarımızdan birisi

Daha çok kazakların atasına benziyor

Aslan dövmeli adam mumyası aşağıda. Vücudunda çeşitli dövmeler var. Mumya ne kadar sağlam kalabilmiş! Kısa boylu bizim gibi. Yüz hatları seçilebiliyor. Atalarımız dediğimiz insanları binlerce yıl sonra görebilmek farklı bir duygu. Altta bir başka mumyanın sadece kafası var.

Fan Fest’te dev ekranlarda dünya kupası 3. ve 4. kim olacağını belirleyecek maçı İngiliz ve Belçikalılarla birlikte izlemek çok eğlenceliydi.

Ardından 2.Dünya savaşında Rus Alman savaş cephesi olan Stalin hattının Minsk cephesindeki açık hava müzesini ziyaret ettim. Ancak öyle erken gitmişim ki müze kapalı. Ayrıca müze 30-40 km Minsk’in dışında. Bekçi daha açılmasına bir saat var dedi, beklerim dedim, o zaman içeride bekle dedi. Bu “gir ve gez” anlamına geliyordu bende öyle yaptım. Çok etkilendim. Bir çok savaş zamanında zarar görmüş, patlamış, tank, top aynen olduğu yerde bırakılmış. Ayrıca etraftaki diğer kalıntılar ve araçlar burada toparlanmış. Almanların yenilmesinde etkili olan cephelerden birisini geziyordum. 70-75 yıl önce burada 1000’lerce insan hayatını kaybetmiş. Duygulanmamak elde değil. Doğal olarak yerel halk ve Ruslar zaferleriyle gurur duyuyorlar. Çünkü dünyanın kaderini değiştiren bir savaşı kazanmışlar.

Minsk’ten Rusya’ya gitmek için navigasyonu takip ettik. Çokta iyi olmayan bir yolda 100-200 km kadar gittik ama maalesef yanlış yerdeyiz. Bu sınır gümrüksüz sınırmış, yani iki ülke insanları birbirlerinin ülkelerine rahatça girip çıkabiliyor ama yabancılar bu sınırdan geçemiyor. Nerede en yakın sınır? Letonya’da! En az 300km. Litvanya’ya gideceğiz oradan Letonya’ya geçeceğiz sonra Rusya’ya gireceğiz. Şaka gibi ama başka çare yok, döndük ve yeni rotadan devam ettik. Bu arada soldaki video Mİnsk’e girerken çektiğim kayıt. 

Sonunda Rusya’dayım. Çok istemiştim geçen yıl ve daha öncesinde Rusya’ya gelmeyi ama olmamıştı. Bir dağdan geçtik, hava çok soğuk ve yağmur çiseliyor. Çok yorgun ve açız. Gün yeni yeni doğmaya başladı. Üstteki videoda ilk kilometreleri izleyebilirisiniz. 

Bir petrolde durduk benzin aldık, bir şeyler bulduk yiyecek sandviç gibi. 10-15 dk dinlendik ve otel sorduk kalabileceğimiz çünkü gidecek halimiz yok. yakında maalesef otel yok. Yola devam ettik. Artık gözlerim kapanıyor ve esnemekten kendimi alamıyorum, biri bitiyor diğeri başlıyor. Esneme bitince gözlerim kapanıyor. Hayatımda böyle bir şey yaşamadım. Sonunda gün ağardı, hava biraz ısındı ancak uyku daha çok bastırdı. Bir kafede durduk uyuyabilir miyiz diye ama nafile kalabalık ve kötü kokuyor. Yemek yiyelim istedik. Ercan Borcka ya da benzer isimli bir çorba önerdi. Dışarıdan bakınca şehriyeli domates çorbasına benziyor, ünlü bir rus çorbasıymış. Ondan istedim. Çorba geldi, önce suyunun tadına baktım çok hoşlanmadım, sonra kaşığı içine daldırdım ne var içinde diye aman Allahım sanki dibinden öküz gözü gibi bir şey çıktı. Korku filmi gibi. Kaşığı bıraktım. Sanırım kemikli bir et parçasıymış ama benim yemem mümkün değil artık.

Otel sorduk, 30-40 km ileride bir kamyoncu oteli tarif ettiler. Yola devam ama uyuyorum ben resmen. Otele zor attık kendimizi ve doğrudan yağ ve is kokan yastığa kafamı koydum ve uyumuşum. Sadece 2-3 saat uyuyabildik çünkü yatak çok kokuyor. Biraz dinlenmiş olduk ve yola devam ettik. Akşam St.Petersburg’taydık. Beyaz geceler başladı.

Pushkin müzesini gezmek ve onun hayatı hakkında bilgi sahibi olmak, eşinin Monet’le ilişkileri, Monet’le düellosunu öğrenmek magazin kültürümü geliştirdi. 

En çok etkilendiğim yer ise Hermitage müzesiydi. Özellikle Pazırık bölümü. Türk ve Türklerin tarihiyle ilgili en eski buluntuların sergilendiği bölüm. Altay dağları Aktash, Ulagan ve Balıktuyul bölgesinde bulunan Pazırık vadisinde çıkarılan kurganlar ve bu kurganlardaki arkeolojik eserler sergilenmekteydi.  MÖ 300-600 arasına ait bu buluntular arasında dünyanın es eski halısı olduğu söylenen Pazırık halısı, altın elbiseli adam mumyası, mumyalanmış atlar, giysiler, oklar, geyik koşumları ve daha neler neler. Tüm buluntular ve verilen bilgiler tarih dersi gibiydi benim için üstelik kendi tarihimizle ilgili.

Kafede yemek yemek istedim ve bir yere oturdum. Yanımda bir kaç kişi sohbet ediyorlardı. Selam verdiler, tanıştık sohbete başladık. Biri Rus, diğeri Meksikalı. Yemek söyledim ama seçenekler sınırlıydı. Gelen yemekte et ve balığı karıştırıp köfte yapmışlar üstüne bir kaç cips parçası koymuşlar üstelik mikrodalgaya bile gerek görmeden donmuş bir şekilde getirmişlerdi. Mecbur yedim.

Bu arada yanımdakilerle sohbet ilerledi. Şakalaşıyoruz. Gülüyoruz. Eğleniyoruz. Sol taraftaki Rus diğeri Meksikalı. Statta kutlamalar başlayınca ben kalktım izlemek için balkona çıktım. Bir müddet sonra arkama baktığımda biz gidiyoruz diye işaret ediyorlar ve el sallıyorlar. Bende el salladım. Kutlamalar bitip ayrılmak için hesabı istedim ancak yüklü bir hesap geldi. Garsona çat pat anlatıyorum pahalı diye, yanınızdakiler sizin ödeyeceğinizi söylediler dedi. Hayır diyorum ama nafile. Tüm hesabı bana ödetip gittiler özetle. Dolandırıldım. Yanlış hatırlamıyorsam 400-500Tl civarı bir para ödedim. 

Moskoıva’da 15 Temmuz’da Dünya Kupası final maçı vardı. Ona yetişmek ve maçı statta değilse de Fan Fest’te binlerce insanla izlemek ve kutlamalara katılmak istiyordum. Hayatta böyle fırsat kaç kez karşımıza çıkabilir ki? Bu nedenle 15 Temmuz sabahı çok erken saatte yola çıkıp, 870km yol kat edip akşam maç saatine yakın Moskova’da olmak istiyordum. Öyle de yaptım. Çok uzun ve çok az mola ile yeni yapılmış bir otoyolda sürdüm. Petrol istasyonu yok, yol kenarına otomatik pompalar koymuşlar her 200km’de bir ve pompalar kredi kartı ile çalışıyor ayrıca Rusça. Kafe ya da restaurant hiç yok. Aç ve susuz yolculuk ettim. Her benzin alırken İngilizce bilen bir Rus’un yardımına ihtiyaç duydum ve akşam 17.30 gibi yaklaşık 11 saat sonra Moskova’ya ulaştım. Önce pansiyona eşyalarımı ve motoru bıraktım ve duş aldım sonra dünyanın en eski ve sistemli metrosuyla stada (festival alanı stadın hemen üstü) ulaştım ama maç başlamıştı ve ikinci yarıya yetişmiş oldum. Maç benim düşündüğümden daha erken saatte imiş. Olsun. Oradaydım. Her milletten binlerce insanla maçı izledim. Çoğu maçı izlemiyor sadece eğleniyordu. Özellikle Hırvatlar ve Fransızlar coşmuş, kendilerinden geçmiş çığlıklarla maçı izliyorlardı. İnanılmaz bir ambians. Çok uzun ve zorlu bir seyahatti ama değdi. Stadın hemen üstünde yer alan Fan Fest maç bitip, yağmur başlayınca dağıldı. Bunun üzerine hemen tepede hoş bir kafe vardı, hem bir şeyler yer hem kutlamaları izlerim ıslanmadan diye oraya gittim. İçeri dolu ama rica edince aldılar. Statta gerçekleşen kutlamaları bu mekandan izledim. Havai fişek gösterisi inanılmazdı.

Bulunduğum yerden Moskova ve stad manzarası aşağıdadır. İyi ki geldim ve iyi ki buradayım dediğim anlar. 

Mokova’da gün batımı

Kızıl meydan sabah darmadağındı. Fan Fest alanları sökülüyordu. O nedenle önce etrafı gezdik. Hemen arkasındaki nehrin Karşı yakasında “Düşmüş Anıtlar/Abideler” müzesi  vardı. Sosyalist Rusya’dan kalan anıtları orada toplamışlar. Oraya gittik. Stalini biraz hırpalamışlar. En etkileyici olan “Totaliter Rejimlerin Kurbanları”isimli eserdi. Her taş bir insan yüzü şeklinde işlenmiş ve her hücrede onlarca her renkten insan sembolize edilmişti.

Moskova ‘da Darwin müzesini gezmemek olmazdı, biz de gittik ve gezdik. Aynı türlerin farklı ortamlara göre nasıl değiştiğini gördüğünce şaşırmaktan kendinizi alamıyorsunuz. Mikro evrimden makro evrime, teorisine temel teşkil eden yüzlerce örneği görünce inanmamak mümkün değil.

Sonra Kızıl Meydan’da Lenin mozolesini ziyaret edelim istedik ama en az 2,5 km kuyruk var. Ercan ısrar etmese ben girmem o kuyruğa ama girdik ve bekledik. Facebook’ta “Lenin mozolesi için 2,5 kilometre kuyruğa girdim. Lenin kalkıp kutlarsa şaşırmam” yazmışım. Lenin kalkmadı ama onu görmek güzeldi.

Ertesi gün motorumu servise götürdüm. Bakım, yağ değişimi, ufak tefek sorunları vardı. Grand Motor pırıl pırıl ve oldukça iyi hizmet veriyorlar. Tüm bakımı kısa bir sürede bitti ve çok pahalı da değildi. Oradan kiraladığımız eve gittim. Yerleşeyim, Ercan’ı bekleyeyim istedim. Ercan St. Petersburg’dan farklı bir rotadan Moskova’ya geliyordu ve benden bir sonraki gün geldi. 

Eve gittim, ev sahibesi hala temizliği bitirmemişti. Biraz bekleyin dedi. Ben motordan eşyaları eve taşıdım. Bu arada ağır kıyafetleri çıkardım. Ev sahibesi, Ksenia, o sırada temizliği bitirdi. Ben nerede yemek yiyebileceğimi, alışveriş yapabileceğimi sordum. Çünkü 4 gün daha Moskova’da kalacaktık. Ben göstereyim o tarafa gideceğim dedi. Benim içinde yürüyüş olur diye çıktım. Yakın da bir alışveriş merkezine gittik. Yemeğe oda katıldı, sohbet ettik. Alışveriş yapabileceğimiz yerleri gösterdi. Sonra eve dündüm.  Ercan geldi bir müddet sonra. Gece güzelce dinlendik. Sonraki gün Kızıl Meydan, Lenin mozolesi, Kremlin ve civarını gezmeyi planlıyorduk.

Sonra hemen Kremlin sarayı yanındaki parkta “Yetişkin Akılların Kurbanları Çocuklar” anıtıyla karşılaştık. Beni gerçekten etkiledi. Sanatçının vermeye çalıştığı mesaj çok dikkat çekici ve öğreticiydi. Bu anıtta ortada oynayan iki çocuk, altın renginde, etrafında gri bir çok heykel ve her birinin sembolik bir anlamı var. Mesaj ise batıl İnançlarımızla, hurafelerle, safsatalarla, cadılarla, cinlerle, büyücülerle, savaşlar, fakirlik, uyuşturucu, korkular, baskılarla çocuklarımızın hayatlarını kararttığımızı anlatıyordu.  Gerçekten bunların olmadığı bir dünyada yetişen çocuklar hayal ediyorum, ne mutlu çocuklar olurlardı!

Bir sonraki gün planımız Uzay Müzesi ve Nazım Hikmet’in mezarını ziyaret etmekti. Sabah biraz tembellik, biraz temizlik ve çamaşır yıkama vb işlerle uğraştık. Sonra bakalım hangisi daha yakın diye navigasyonu açtık. Bir de ne görelim Nazım’ın mezarı 3dk, 500 metre. İnanamadık bir daha kontrol ettik, evet! Yani 3 gündür Nazımla ayaklı başuçlu yatıyormuşuz haberimiz yok. Novodeviçi Mezarlığı tam bir müze gibi, her bir mezar özenle işlenmiş bir heykel, bir anıt neredeyse. Nazım’ın mezarı da bulunduğu yer ve taşa işlenmiş siluetiyle ayrı güzel.  Mezarlık ünlü insanların mezarlarıyla dolu. Nazım’ın mezarını bulmak zor olmadı. Aklımda ona kendi sevdiğim şiirlerini okumak vardı. Benim için Nazım’ın şiirleri değerli birer hediye gibidir. Onun duygu ve düşüncelerini edebi bir şekilde ifade ediş tarzı benim için eşsizdir. O nedenle o şiirlerin her biri için ona teşekkür etmek isterdim. Bu yolu düşündüm, aradan 50-60 yıl geçmiş bile olsa şiirlerini seven ve zevkle okuyan insanlar var deme biçimim olsun istedim. Benim bir mezara şiir okuyor olmam özellikle Ercan’ı şaşırtsa da mezarlıktaki diğer kişiler dua ediyorum sanmışlardır. Nazım’ın mezar taşına işlenmiş siluetine bakarak onun kendi şiirlerini ona okumak, o sırada hafif bir meltemin efil efil esmesi, ağaç yapraklarının rüzgarda dans ederken çıkardıkları hışırtılar ortamı benim için daha büyülü bir hale getirdi. Doğal olarak duygulandım.

Moskova’da son gün Uzay Müzesi’ni gezme planımız vardı. Gittik, inşaat vardı ama açık olan bölümleri gezdik. Hissettiklerimi kelimelerle ifade etmek zor, kıskançlık, kızgınlık, kaygı, ümitsizlik karışımı bir şey. Nasıl bir toplum böyle bir teknoloji kültürü geliştirmiş, üstelik Rus teknolojisi ile dalga geçerler, dalga geçenlerin ise teknoloji gelişimine en ufak bir kültürel katkısı yoktur.

Her uzay aracının neredeyse bir kopyasını yapmışlar, birisi uzayda diğeri yerde. Bu müzede sergiledikleri uzay araçlarının bazılarının eşleri hale uzay boşluğunda dolaşıyor olabilir.

Sadece uzay aracının kendisi değil, destek ürünleri, altyapı teknolojileri her şey ilgi çekici ve etkileyici. Çok beğendim ve çok kıskandım.

Bir sonraki gün Kazan’a doğru yola çıktım. Ercan daha kuzeyden bir rota belirledi ben ise Kazan, Ufa, Çelyabinsk, Kurgan, Ufa, Omsk ve Novosibirsk yolunu seçtim. 5 gün sonra Omsk’ta buluşmak üzere yola çıktık. Uzun ve zor bir yoldu. Kazana akşam üstü ulaştım kalacağım yere yerleştim. Ertesi gün gezmek istediğim yerleri ziyaret edeceğim. Kazan Tataristan Cumhuriyetinin başkenti. Kazan Kremlin, Kul Şerif Cami ve Tüm Dinlerin Mabedi görülmesi gereken yerlerden bazıları. Tek tek gezdim. Bunlardan en çok Tüm Dinlerin Mabedinden etkilendim. 

Ayrıca Sovyet yaşam biçimi müzesini ziyaret ettim. Burada gördüm ki aslında 60, 70’li yıllar dünyanın her yerinde aynı. Aynı müzikler dinlenmiş, aynı tarz kıyafetler ve aksesuarlar kullanılmış. 

En beğendiğim eser aşağıdaki motorsiklet oldu. Çok şirin değil mi?

Tüm dinlerin mabedi aşağıda, düşünsenize hangi dine ya da inanca ait olursanız olsun aynı binanın farklı bölümlerinde birlikte ibadet ediyorsunuz. Ben bunun dünya barışına bile katkı sağlayabileceğini düşünüyorum.

Öyle bir ovada seyahat ediyorum ki sanki sonsuz bir düzlük gibi, en ufak bir tepe bile yok 100’lerce km.

Sonunda Güney Sibiryanın en büyük ikinci sehri yani Omsk’tayım. Şaka degil gelirken 10°c geldim. Soğuk içime işledi. Şaşırmıştım ama simdi anladım. İyi ki göçmüşüz buralardan :) Yolda aşağıdaki arkadaşla karşılaştım. Dünyayı gezmiş. Türkiye’ye bir kaç kez gelmiş. Magadan’a gidiyorum dedi. 30000km filan dedi anlamadım. Haritada baktım cehennemin dibi. Hayırlı yolculuklar diledim.

Son 4-5 gündür hep yollardayım. Sadece Kazan’da bir kaç saat dolaştım. Onun dışında seyahat, yemek ve yatak rutini devam ediyor. Moskovadan sonra bile en az 3500km gelmişimdir. Omsk’ta Ercanla tekrar buluştuk. Gece geç saatte geldi. Dinlenip sabah erken yeniden yola çıkıyoruz, bu sefer rotamız Novosibirisk’e. 


Ufa’da sadece uyudum, sonra yola devam ettim, Kurgan’a kadar. Bu arada haritada bulunduğum yer ile evim arasındaki mesafe nereden baksanız 7000-8000km. Çok büyük coğrafyalar Rusya ve Kazakistan. İnsanın evi ve ülkesinin bir çekim gücü olduğunu düşünüyorum, uzaklaştıkça lastik gibi çekim gücü artıyor. Şaka yapmıyorum mesafe açıldıkça zamandan bağımsız özlem ve kaygı artıyor. Çünkü hayatta sahip olduğumuz her şeyle aramıza mesafe giriyor ve boşluk duygusu oluşuyor.

Sabah erkenden servise gittim. Patron gelmedi ama telefonla konuştular. Bana 1700euro ödersem ellerindeki tek sıfır tiger 800xr motordan marş motorunu söküp benimkine takabileceklerini söylediler. Çok para. Normalde Türkiye’de parça işçilik dahil 800euro tutuyor. Ama burada 2 işçilik var, risk alıyorlar ayrıca. Pazarlık ettim ve 1450 euroya anlaştık.

Önce diğer motoru parçaladılar çünkü marş motoru sıkıntılı bir yerde. Marş motorunu söktüler ve benim zaten dağınık olan motora taktılar. Marşa ilk bastıklarında sorunun çözüldüğünü anlıyorsunuz. Daha basar basma alıyor marş. Çok sevindim. Hesabı öderken biraz acıdı ama olsun motor yapıldı ve macera devam edecekti. 

Akşamüstü iş bitti, hava kapalı ama ben nereye  kadar gidebilirsem gideceğim. Yola çıktım ve servise en yakın petrolden benzinimi tamamladım. Mutluyum ve bir fotograf çekmşim “yoldayım tekrar” diyerek paylaşmışım. Zaman kazanmam lazım çünkü vizemin bitmesi 2-3 gün kaldı. Altay’ı gezmeliyim. Akşam karanlık, sis ve yağmur altında Biysk’e kadar gittim. Her marşa bastığımda yüreğimde bir rahatlık hissediyorum. Güven kazandım motora tekrar.  Aslında yapılacak iş değil ama psikolojim bozuldu 3-4 gün Novosibirskte zaman kaybetmek, motorun. bozulması ve çözümsüzlük, sanırım biran önce uzaklaşma duygusu yarattı. Aşağıdaki video nasıl uzaklaştığımın kanıtıdır.

Yolda dinlenmek için durduğum yerlerden birinde karşılaştığım manzara bu. onlarca eski rus motoru, onlarca araba, tesis sahibi ne bulursa eskiye dair almış ve müze yapmış kendine özel. Ayrıca eski Rus kültürünü simgeleyen evler ve mekanlar da oluşturulmuş. 2 saat kadar zaman geçirdim burada.

Ural dağlarından geçeceğim için heyecanlandım ama çokta beklediğim gibi değildi. Yumuşak bir tırmanış ve inişten başka bir şey yaşamadım. Yol sanırım kolay rotadan geçirilmişti. 

Altta ender bulunan güçlü ve atik, aynı zamanda dayanıklılık ve performans canavarı Ural Kaplanlarından birisi görülebilir :P

Güney Sibirya’nın başkenti Novosibirsk’e ulaştık. Hakkını verecek kadar soğuktu dün. Bugün biraz güneşli. Çok zor bir yolculukla geldik. 12 saat boyunca ağır kamyon trafiği ve yağmur altında üşüyerek sürdük. Çok ıslandık. Gece otele geldik. Otel otoyolun kenarı ve tüm gece kamyonlar sanki üstümden geçti. Saat 5’te hala uyuyamamıştım. Olsun şimdi yeniden yoldayım ve son noktaya az kaldı. Gündüz Novosibirsk Triumph servisine gittim. Motorun yağını ve arka teker balatalarını değiştirdim. Zincir bakımı yapıldı, genel kontrol yaptılar ve ben Barnaul’a doğru yola çıktım. Barnaul’da biraz dolaşmak, bir otelde kalmak ve dinlenmek istiyorum. Barnaul’a geldim. motoru durdurup kontak anahtarını kapattım. Navigasyona baktım, sonra marşa basıyorum ama tık yok. Lambalar yanıyor ancak marş basmıyor. Bir kaç kez gelirken olmuştu yanımda harici batarya var motoru çalıştıracak kadar güçlü. Onu bir kaç kez kullanmıştım. Akü bitiyor diye düşünüyordum, serviste gösterdim bir sorun bulamadılar. Ama bu sefer ne yapsam çalışmıyor. Son bir kez bastım çalıştırdım ama mutlaka bir tamirciye göstermeliyim. Barnaul’da araştırdım bir tamirci buldum ama çok köhne bir yer ve üstelik zamanım yok dedi. Bir başka kişi önerdi oraya gittim, uğraştı vs ama nafile. Servise Novosibirsk’e dönmekten başka çarem kalmadı. 250km geri döndüm. Gece otelde dinlendim. Sabah erkenden servise gittim. Marş motoru bozulmuş. Yenisi Rusya’da yok, sipariş etseler 3 haftada geliyor İngiltere’den. Marş motoru bunların kronik sorunu. Tamir ettirmeye çalışacaklar. Çünkü benim o kadar zamanım yok. Bu arada vizemin bitmesine 5-6 gün kaldı. Tamire gitti marş motoru, akşam üzeri geldi. Serviste oturup, bilgisayarımla internette geziniyorum. Canım sıkkın ve dışarı dahi çıkmak istemiyorum. Akşamüstü otele gittim, yemek yedim ve yattım. Sabah erken tekrar servise gittim taksiyle. Marş motoru öğleden sonra geldi, taktılar çalıştı sorun yok gibi sevindim. Motoru toplamaya başladılar ancak tekrar marşa basınca sorunun devam ettiğini gördüler yani olmamıştı. Çöktüm kelimenin tam anlamıyla bugün için 3 gün kaybetmiştim. Oysa ben Altay’da Aktaş ya da Ulagan’da geziyor olacaktım şu an. Orada serviste bir Tiger 800 tamirde motor var ve bekliyor, ona gözümü diktim. Bunun marş motorunu benimkine takın ben parasını ödeyeyim buna sıfır getirin diyorum ama yanaşmıyorlar. Israr ediyorum çözeceksiniz, nasıl çözerseniz çözün ben 3 hafta bekleyemem çünkü vize sorunum var. Çalışanlar patronu arıyorlar ama maalesef çözüm yok. Ben “gitmem” diyorum burada yatarım, çözeceksiniz bu sorunu. Sabah gelin patron gelecek onunla tekrar konuşur buradaki sıfır motorlardan birinden marş motorunu size takabilir miyiz, sorarız dediler. Bitti benim için takacaksınız. Başka yolu yok. Sabah gelip gerekirse patronunuzla grekoromen yaparım. Olmadı servisi yakarım, o moddayım. Nevrim döndü. Gittim gece otele, dışarı bile çıkmıyorum. Moralim bozuk. Ercan bu arada Kızıl’a doğru yola çıktı. Onunla bir hafta sonra Kazakistan Semey’de buluşacağız. 

O gün çok güzel bir gün geçirdim. Altay dağlarındayım ve her şey ihtişamlı yani çok büyük ve güzel. Vadiler çok büyük, Irmaklar çok büyük, Her şey gözüme ihtişamlı gözüküyor. Çok güzledi yollar. Yolda bir kafe tarif etmişti Ercan, Hüseyin isimli bir Azeri işletiyor demişti. tesadüfen orada durmuşum dinlenmek için. Hüseyin ve eşiyle tanıştım. Sohbet ettik, kahve ikram etti pişi ile ve yola devam ettim. 


Aktaş’ta önce kendime kalacak bir yer bulmam gerekiyordu. Bir otel var dolu, diğerleri kamp alanları gibi yerlerdi. Biraz dolaştıktan sonra mini kütük evlerden oluşan bir kamp alanında bir oda buldum. Aktaş çıkışında yolun kenarında, Avalon Misafirhanesinde kaldım. Motoru park ettim, çantamı odaya aldım, üstümü değiştim, Motor kıyafetlerim çok kirlenmişti. Yolun isi, pisi ayrıca çamur, toz, yağmur içine iyice işlemiş rengi değişmişti. Yemek için bir yer ya da alışveriş yapabileceğim bir market sordum, bir Rus aile vardı onlarda markete gidiyorlarmış, bizi takip edin dediler. Onların peşi sıra gittim, kendime sandviç yapacak peynir, ekmek, domates vs aldım. İçecek bir seyler ve döndüm. Hemen barakanın önünde Sandviç’imi hazırlayıp yedim. 

Sabah çok erken saat ve fotograf çekmek için durmuştum. Beni görünce davet ettiler, kahvaltı yapıyorlardı. Çay ikram ettiler. Mihayloviç’in kampı diğerleri konuk. Hepsi Rus. Nereden geliyorsun diye sordular. Türkiye’den cevabına şaşırdılar. Nasıl geldin o kadar yoldan! Geldim işte! Neden geldin diye sordular. Burası atalarımızın yaşadığı ve sonra göçtüğü yerler, görmek istedim. Daha da şaşırdılar. Sonra vedalaşıp ayrıldık. Gezerek devam ediyorum. Bu arada Pazırık vadisini navigasyon göstermiyor, sordum onuda tarif ettiler. Ben yola devam. 

Yarım saat kadar gitmiştim ki arkamdan korna sesleri. Durdum. Mihayloviç’in kampındakiler 2 arabaya binmiş peşimden gelmişler. Bizde seninle gezeceğiz dediler. Sevindim, Onlar önde ben arkada  yola devam ettik. Pazırık vadisini birlikte gezdik. Kurganlardan birisinde çalışmalar hala devam ediyordu. Sanırım kapatma çalışmaları sürüyordu. Etrafıma bakıyorum ve hayal ediyorum, 2000 yıl önce burada nasıl bir hayat yaşanıyordu. Açık olan şu ki korku nedeniyle göçmüşüz. Moğollar sanırım çok saldırmışlar ve bizi barınamaz hale getirmişler. Öyle güzel vadiler, ormanlar, ırmaklar var etrafta. Kızılderililer, Aborijinler, biz Türkler, Şamanlar gibi doğaya ve doğal olan her şeye aşkla bağlanan ve ona ruh atfeden kültürlerin akraba olduklarını düşünüyorum. Pazırıkta olmak hedefe ulaşmak demekti benim için. Alt tarafta orada yaptığım konuşma, sağ tarafta ise çektiğim fotoğraflar var. Bu arada Pazırık vadisinde gezerken bir motorsikletli geldi, bir kelime İngilizce bilmiyor, bende Rusça bilmiyorum ama beden diliyle tanıştık. Balıktuyul’a gidecekmiş, bende dedim, o da bize katıldı. Birlikte devam ettik. Adı Alexei.

Altay dağları arasındaki uçsuz bucaksız vadilerden birisi. Öyle büyük ve coşkun ırmaklar, öyle geniş vadiler gördüm ki şaşırmamak elde değil. Binlerce yıldır, yağmurlar, rüzgarlar, karlar dev nehirleri beslemiş, nehirler dağları oymuş vadiler yaratmış.

Gece 12 gibi Biysk’e geldim. Rezerve ettiğim evi buldum ama kapalı kimse yok. Telefonla arıyorum çok az İngilizce konuşan biri yer yok diyor. Anlaşılan rezerve ettiğim yeri satmışlar. Sonra bir otel görmüştüm gelirken oraya döndüm. Boş odaları var. Orada kaldım ama yine pis ve kokan bir yatak. Yastığa kendi havlumu sardım ve öyle uyuyabildim. Gece rüyamda bir kabus gördüm. Kafam sağa yatık felç olmuşum, uzaktan göremediğim bir varlığın sesini duyuyorum, tehditkar ve otoriter bir ses tonuyla neden geldin diyor. Neden geldin buraya? Dönmeyeceğim, direniyorum, felç halimle üstüne doğru gitmeye çalışırken uyandım korku içinde. Tekrar uyumuşum. Sabah uyandım ki güneş açmış, sıcacık bir hava. Çok mutlu oldum. Küçük bir kahvaltı ve yol. Hedef Aktaş. Gece orada kalacağım ertesi gün Ulagan, Balıktuyul, Pazırık vadisi, Kat’ül Yarık gezip döneceğim ve son gün artık Rusya’dan çıkacağım Kazakistan’a. 

Öğleden sonra 3-4 gibi Aktaşa ulaştım. Buradaki yer adları Türkçe, Aktaş, Ulagan (ulu hakan demek) Balık Tuyul, Koş Ağaç, Kat’ul Yarık gibi. Artık diyorum ata topraklarındayım. Bu arada bir çok insanla tanıştım, kimisi sadece fotograf çekmek istedi, kimisi sohbet.

Aktaş’ta ilk durduğum petrolde İvan’la tekrar karşılaştım. İvan ile St.Petersburg’a giderken Ercan ve ben bir kafede tanıştık. belki 6-6500 km önce. aradan neredeyse 20 gün geçti ve tekrar Aktaşta kaşılaştık. Dünya küçük dedikleri bu olsa gerek. Benden bir gün önce Ulagan, Balıktuyul tarafına gitmiş. Kaza yapmış, motorsikletin arka teker etrafı, grenajlar, zincir vs zarar görmüş, derme çatma toparlatmış motoru ve geri dönüyordu. Bana gitme yol çok kötü dedi. Ama 9500km geldim buraya 50-60km daha gideceğim, nasıl gitmem!

O sırada az önceki aile geldi ve akşam yemeğinde onlara katılmaya davet ettiler. Çok mutlu oldum, yemek yemiştim ama sohbet etmek çin katılırım dedim. Bir Hollandalı Hilti operatörü yani delici kırıcı kullanan işçi ve Rus eşi vardı, ayrıca Rus eşin yeni evlenmiş erkek kardeşi ve eşide masada yerlerini aldılar. Onlar sosis, sucuk benzeri şeyler kızarttılar mangalda. Sohbet çok güzeldi, ülkelerden, geleneklerden, seyahatten konuştuk. 

Farklı kültürlerden insanların sohbeti mimikleri ve imaları tam anlamayınca farklı oluyor. Evrensel mesajları yakalayabiliyorsunuz, kibir, incelik vb. Çok hoş sohbet bir akşam geçirdim, ne zaman saat 11 oldu anlamadım. Çok yorgun ve uykusuzdum. Sabah çok erken uyanıp, yarın ki son hedef gezi planımı tamamlayıp akşam geri buraya dönmek istiyordum. Sonra ise dönüşe geçecektim Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan, Azerbaycan, Gurcistan üzeri. Çok güzel bir uykuydu sabah erkenden dinlenmiş bir şekilde uyandım. Yol kötü demişti

 İvan o ndenle yan çantaları çıkardım. Soft çantamı ve yan çantaları Avalon’da bıraktım. Sadece topcase ve depo üstü çantamla gidip gelmeye karar verdim. Yola çıktım geze geze seyahat ediyorum. Yol bozuk, önce asfalt bitti, toprak ama sağlam zemin, sonra ıslandı toprak, sonra hafifi çamur çukur, yol gittikçe bozuldu. Yolda karşıma bir kamp çıktı. Aşağıda fotografları görülebilir. 

2000-2500 yıl önce atalarımızın at ya da geyik koşturdukları vadilerden biri

Pazırık kaplanı

Sonra karar verildi önce durum tespiti ve ilk müdahale için Ulagan’daki köy hastanesine gideceğiz. Sonra duruma göre karar vereceğiz. Ben bu arada sağlık sigortam var diyorum yani masrafları karşılayabilirim filan geveliyorum ancak sonra bulunduğumuz yer ve ortamda sağlık sigortasının ne kadar anlamsız olduğunu gördüm. Çünkü dağın başında bir köy hastanesindeyim, Altay dağlarında, Rusya’da. Belki büyük merkezler de özel hastanelerde geçiyor olabilir ama burada bir işe yaramayacağı açık. :) Beni ünlü Rus minibüsüne (UAZ- Kaz diye mi okunuyor emin değilim) koydular ve hastaneye gittik. Hemşire hademe beni bir sedyeye koydular 2. kata dar merdivenlerden çıkardılar. Doktor geldi inceledi, kırık ve çıkık gibi görünüyor, emin olmak için x-ray çekmek lazım fakat elektrik yok. Akşam 8’i bekleyeceğiz. Kamp ekibi beni soydu, elbiselerimi çıkardılar, minibüse koyuyoruz dediler. Bu arada Mihayloviç motorumu sürerek getirmişti, kampa götüreceğim motoru dedi. Her biri ayrı ilgileniyor. Bu arada sürekli kendi aralarında istişare ediyorlar. Arada beni bilgilendiriyorlar. Bir güven duygusu geldi kendimi saldım mutluyum. Biraz kestirmişim bu arada. Ekip kampa gitmiş, akşam 8 gibi herkes döndü. Film çekildi. Fibula kırığı ve ayağım topuk bacak birleşiminden çıkmış. Maalesef yola devam edemeyeceğim. Triumph ve BMW servislerinin bir uygulaması var, motorları kaza ya da bozulursa motoru ülkenize gönderme işlemlerini yürütüyorlar. Masrafı siz karşılamak şartıyla. Bende Novosibirsk’e servise dönüp bu yolu denemek istiyorum.

Pazırıka kadar olan seyahatten kesit kesit birleştirerek sağ üstteki videoyu oluşturdum. Lütfen tam ekran ve ayarlardan mümkünse hd yapıp izleyin. 11dk. Burası Aktaş-Ulagan ve çok az Balıktuyul tarafına kadar. 

Yola devam ettik, Kat’ul yarık’a gidiyoruz. Çok büyük ve derin bir vadi. Yol çok kötü, Yokuş inerken ve çıkarken yol nispeten sert çamur ama düzlüklerde su akmadığı için yol yumuşak çamur ve çukur dolu. Çok dikkatli gidiyorum. Arka teker kayıyor arada ama topluyor tekrar. Lastikler Anake 2. Tam olarak bu yolun lastiği denilemez ama idare ediyor. Gerçi bu yola uygun lastik tarifi de yapmak zor.  

Bu arada Gopro’mun şarjı bitmiş ve kapatmıştım. Birden kaydığını hatırlıyorum motorun, aniden kendimi yerde buldum ve ayağımın bir şeye takıldığını hissettim ve “tık” etti. Bir şey oldu dedim kendi kendime. Hepsi bir saniye içinde oluyor belki de. 

Anlam veremedim. Bir müddet sonra matkap geldi, bildiğiniz inşaat matkabı hatta hiltinin ufağı gibi bir şey. Sonra çeşitli anahtar vs. Hiç biri hijyen değil. Sadece 30cm uzunluğunda yarım cm’lik bir matkap ucu getirdiler o hijyen. Bunlar nedir diye sordum. Topuğunu delip metal bir çubukla somyaya sabitleyeceğiz dediler. Neden, nasıl olur dedim ama anladığım kadarıyla. yapmazsak tekrar çıkar, sabaha kadar sabit kalmak zorunda vs gibi bir şeyler söyledi. Sabah röntgen çekeceğiz oturmuşsa alçıya alacağız dedi. sürekli ancak ağrı olmayacak diye tekrar tekrar söylüyor. Ağrı hissetmeyeceksin. Neredeyse 10 tane uyuşturucu iğne vurdular ayağıma ve bacağıma, kendimi dahi hissetmiyorum ama bilincim açık. Birde bir mutluluk hali çöktü ne vurdularsa. Matkapla dış deriden başlayıp topuğumu geçip öbür tarafta yırtarak çıkacak şekilde deldiler. ara ara gözümü çevirip bakıyorum. Ağrı yok ama hissediyorum olup biteni bir şekilde. Deldikleri yere bir çubuk soktular, her iki ucuna yukarı doğru birer ek yaptılar  ve her iki ucuna birer küçük şişe ilaç taktılar, sanırım yavaş yavaş içeri ilaç damlayacak. Sonra somyaya taktıkları aparata ayağımı sabitlediler ve bitti. 12 saat böyle duracak, sonra röntgen çekip kontrol edeceğiz, şayet her şey yolundaysa sabah alçıya alır göndeririz dediler. O kadar çok uyuşturucu iğne yapmışlardı ki gece nasıl uyudum farketmedim bile sabah uyandım. Doktor geldi yeniden röntgen çekildi. Gösterdi, ayak yerine oturmuş, fibula da uç uca gelmiş, iyi dedi. Alçıya alacağım sonra gidebilirsin. Bu arada formlar doldurup imzalıyorum. Polisler gelip kazayı soruyor rutin prosedür, evrak düzenliyorlar. Rus bürokrasi en az bizimki kadar ağır. Çıkışta iki belge verdiler, bir hastane raporu diğeri polis raporu. 

Kamp ekibi beni aldı ve kampa gittik. Alexei bir arkadaşını ayarlamış Anya, o benim motorumu kullanacak eşi, Sasha,  arabalarını kullanacak ve ben arabanın arkasında ayağımı uzatıp gideceğim. En az 700km. Barnaulda araba değiştireceğiz, Alexei kendi motorunu bırakıp benimkini kullanacak bir başka arkadaşı arabayla beni 250km daha Novosibirsk’e götürecek. Nasıl minnettarım, yoksa motor için araba bulacağım, bende arabaya binip 1000km gideceğiz. Benzin paralarını ben ödeyeceğim diyorum. Ama nafile benim motorun benzin parasını bile almıyorlar. Yemek parası ödetmiyorlar. Anlatılmaz destekleri. Tek sorun hiç iletişim kuramıyoruz ve ben dut yemiş bülbül gibi susuyorum. Novosibirsk’e sabaha karşı vardık. Ev ayarlamıştım ama kalmadık, servise gidelim orada bekleyelim diye ısrar etti Alexei. Gittik ve bekledik saat 10 gibi servis açıldı. Konuştuk, araştırdılar bir kaç saat ama nafile Rus bürokrasisi çok ağır. Olamayacağını fark edince beni Kazakistanın en yakın sınırına gönderin diye rica ettim. Bir araba tutatacağız motoru yükleyeceğiz ve beni ve motoru Semey’e bırakacak.

Bu arada düşme şokuyla şarjı bitmiş kamera düşme anından başlayarak bir kaç saniye kaydetmiş. Bunu kayıtlarda görünce çok şaşırdım.  Üstte yolun durumu ve düşme anı kaydını zileyebilirsiniz. Solda ise düşerken ki kaydın fotografı var. Henüz vücudum yere değmemiş, ama motorun ters tarafına yönüm, yani motor altımda dönmüş ama vücudum dönememiş.

ilk anda kimse yok, motorun altından ayağımı çektim, biraz doğruldum ve ayağıma baktım. Eyvah! Bacak bir yana ayak başka yana bakıyor, umarım çıkmıştır diyorum. Çünkü takarlar yerine böylece seyahata devam edebilirim belki diye düşünüyorum. O sırada bir araba geldi ön taraftan, adam indi yardımcı oldu. Oturdum motorun üstüne. Az sonra kamp ekibi arkadan geldi. Şaşkın ve üzgün benimle ilgilendiler. Alexei motoru kaldırdı. Motorda bir şey yok, ayna kolu kırılmış sadece. Ayağıma bakıp, yüzlerini buruşturuyorlar. Beni yolun kenarına oturtup kendi aralarında konuşmaya başladılar. 

Henüz müdahale edilmeden önce ayağımın durumu bu ama yavaş yavaş şişmeye başladı. Ağrı kesici verdiler. Çok bir ağrı hissetmedim. Hastane binası büyük ama içi bizim sağlık ocakları yada aile hekimlikleri gibi dökülüyor bakımsızlıktan. Yataklar eski, duvarlar boyasız, kapılar bakımsız vs. Ancak insanlar ilgili.  bu arada sütlü çorba verdiler yemek olarak. Öyle mutlu oldum ki baba annem’in yaptığı sütlü çorbadan içiyorum 9500km ötede Altay dağlarında. Bu arada kaldığım odada 3 kişi daha var. arkamda sohbet ediyorlar ve ben tek tük kelimeleri anlayabiliyorum. Türkçe konuşuyorlar ama öyle yabancılaşmışız ki sadece bir kaç kelimeler anlaşılabiliyor. Sayılar aynı. Anladığım kelime olursa tekrar ediyorum sesli olarak anladığımı belitmek için. Çok tatlılar. Jena ya da Gena birinin adı. Yena da olabilir çünkü J sesi genelde Y için kullanılıyor. Yedi demiyorlar mesela Jedi diyorlar. Yena benimle çok ilgileniyor, yastığımı düzeltiyor, sürekli çay yapıyor bana. Üstümü örtüyor. Bir ara çerez çerez diyerek bir şey ikram etmek istedi naylon poşetten, aldım kuru et ama sanki at eti gibiydi. Yedim zevkle. Hiç unutmayacağım o günü. Akşam teşhis konduktan sonra doktor müdahale edelim mi dedi. Ben kırık için düzeltip alçıya alacaklar çıkık içinde çekip yerine takacaklar diye düşünüyorum o nedenle olur dedim. Bu özel bir uzmanlık gerektirecek bir şey değil. Yüzlerce kere yapmışlardır diye düşünüyorum. Ben onayladıktan bir müddet sonra bir demir aparat getirdiler ayağını somyaya sabitleyeceğiz dediler. Üstteki resimde o aparat görülebilir. somyaya bağlı.

Aydar Altynbekul, Kazakistanlı ve Astana’da yaşayan doktoradan öğrencimdi. Seyahat planımı Facebook’ta paylaştığımda Astana’ya uğrayacağımı fark etmiş ve bana mesaj yazmıştı “burada sizi karşılayacağım birlikte gezeceğiz” diye. Novosibirsk’te motoru gönderemeyeceğimi anlayınca onu aradım. Kazakistana çalışan çok sayıda Türk nakliyat firması olduğunu biliyorum. Motorsikleti onlarla gönderebilirim diye düşünüyordum. Diyelim ki gönderemezsem motoru Aydar’a bırakıp Türkiye’ye dönebilirdim. iyileşince gelir alırdım. Hem motor Türkiye’ye mesafe olarak ta yaklaşmış olacaktı. Aydar elinden geleni yapacağını, Nakliyat firmaları olduğunu söyleyince Kazakistan’a gitmeye karar verdim. Bürokrasisi daha hafif olabilir, üstelik akraba bir milletiz diye düşündüm. Alexei araba ayarladı, beni Barnaul’a kadar getirdiler, motoru da kendisi sürdü ve bir pikapa koyduk. Bende öne oturdum ve yaklaşık 800km Kazakistandan Semey’e doğru akşamüstü 4-5 gibi yola çıktık. Bana her süreçte yardımcı olan Alexei ve arkadaşlarına binlerce kez teşekkür ettim. Aydar Semey’de bir otel ayarlamıştı ayrıca bir araba. Motoru arabaya yükleyip Astana’ya göndereceğim, ben uçakla Astana’ya geçeceğim. Barnaul’da yola çıktıktan bir müddet sonra sağımdaki gün batımı yukarıdaki fotografta görülebilir. Pikapta kırık ayağımı uzatamamanın sıkıntısı, gümrükte sorun olur mu kaygısı bir bilinmeze doğru Rusya’dan Kazakistana seyahat ederken hissettiklerimi şu an bile çok net hatırlıyorum.

14-15 saat sonra Semey’e ulaştık. Çok uzun ve yorucu bir yoldu. Oteli bulduk, bir kişi yardımcı oldu motoru indirdiler ama düşecek diye çok korktum. Motoru park edip eşyaları ayırdım. yanıma alacaklarım, motorla göndereceklerim şeklinde. Çünkü Astana’da bununla uğraşmak istemiyordum. Motoru nakliye firmasıya göndersem de bazı eşyalar motorla gidecekti. Bu arada motoru almak için Aydar’ın ayarladığı araba geldi. Yandaki fotograf. Motoru arabaya yükledik, halının üzerine yan yatırdık ve bağladık. Yoldaşla  bir müddet için vedalaştım. Onun yatarak gidiyor olması, benim tek ayak üzerinde sekerek hareket ediyor olmam öyle zoruma gitti ki. Ciddi anlamda dokundu bana. Ama yapacak bir şey yok. İnternet üzerinden SCAT Airlines’tan Astana’ya bilet aldım, taksi ayarladım beni Uluslararası SEMEY  havaalanına bıraksın diye ve işim bitince yattım ve uzun bir uyku çektim çünkü neredeyse 48 saattir uykusuz ve yorgundum. Benim uçağım ertesi gün sabah ve ben vardığım saatlerde motorumda gelmiş olacaktı.

Merak edenlerin ısrarlı talepleri üzerine sağdaki kımız (at sütü) soldaki şubat (deve sütü) her ikisi de ayran gibi ancak devenin ki ekşi. Ben alkollü bir şey sanıyordum bu bildiğiniz bizim milli içkimiz, ayran yani.

Dünya iyi insanlarla dolu, ve onlar sayesinde yaşanır bir hal alıyor. 5 Ağustos’ta motoru Astana’da Aydar’a emanet edip yurda döndüm. Aileme kazadan bahsetememiştim üzülmesinler diye vaktinden evvel beni kapıda ve koltuk değnekli ve alçılı görünce küçük bir şok geçirdiler. Sonra hastaneye gittim, aslında amacım pansuman yaptırmaktı ama hemen ameliyat etmeliyiz yoksa kaynamaz dediler ve ne olduğunu anlamadan kendimi hastaneye yatmış buldum. Kazadan yaklaşım 1 hafta 10 gün sonra bir ameliyatla fibula kemiğime bir plak ve 8 vida taktılar. Sonra 2 ay üstüne basmadan 1 ayda yarım yamalak basarak sancılı bir iyileşme süreci yaşadım ve artık ağır aksak yürür duruma gelince gidip Kazakistan’dan motorumu alıp getirdim. Aydar motoru Astana’dan Hazar Denizi kıyısında kazak kenti Aktav’a gönderdi. Bende uçakla Aktav’a gittim. Motorumla tekrar sürebilecek durumda buluşmam tam bir duygusal andı. 3 aydan fazla zamandır yatan motorum ilk anda çalışmadı. Akü tamamen boşalmıştı ama yanımda batarya vardı çalıştıracak güçte. Üstünde Altay dağlarının çamuru, üzerine bağladığım eşyalar, biraz yorgundu motorumda benim gibi. Önce dışarı çıkardım bulunduğu depodan. Biraz çeki düzen verdim, aynasını, elcik korumasını toparladım. Facebook’ta o anı “Bugünü ve bu anı hiç unutmayacağım. Aramızda 5000km ve 3 ay ayrı kaldıktan sonra yoldaşla Aktav’da kavuşmamız. Çok duygulanmıştım. Birde çalışmadı ve siz bendeki telaşı ve çabayı görmeliydiniz. Çalıştırana kadar elim ayağım titredi. — Aktau, Mangghystaū, Kazakhstan'da.” şeklinde paylaşmışım. 

Uçağa bindim içi de çok güven vermiyor ama dönüşü yok. Az sonra motorlar çalıştı. Bir anda sanki yerinden havalanacak gibi hissettim. Küçücük uçakta 2 dev motor koymuşlar sanırım motorlar çalışınca yükselecek gibi oluyor. Asfalt ya da beton değil toprak pistten kalkış yaptı. Toz duman ortalık ve öyle güçlü ki motorlar güven veriyor. 800km mesafeyi 1 saat 45 dk’da tamamladı. Kalkmak ve inmek dahil. Astana Uluslararası Havaalanına indik ama bu sefer gerçekten uluslararası bir havaalanıydı. Asem karşıladı beni Aydar’ın eşi. Kalacağım yeri önceden ayarlamışlar oraya götürdü. Akşamüstü Aydar da geldi. 

Nissan yetkili bayine girdim sorayım diye. Türkçe konuşan bir kaç kişi ile sohbet ettim, patronlarına seslendiler, adam geldi durumu anlattım, bir kaç telefon görüşmesi yaptı, beni takip et dedi, bir kaynakçı arıyoruz ama alüminyum kaynak yapacak biri sanırım. Bir yere gittik kapalı, diğer bir yere gittik bir Azeri usta var, Kaynağı yaptı aynayı taktı, çok güzel oldu. Lastik basınçları biraz düşük, hava basacağım, motor tamam, sadece yağını kontrol ettirmek istiyorum ama daha yeni koydurmuştum Novosibirsk’te. Eskimemiştir, zincir bakımı yapılmalı, balatalar kontrol edilmeli ve bir genel göz atılmalı motora.  Önce lastikçi bulup hava vurdum, sonra motoru yıkatmak için araba yıkamacı buldum. Motoru yıkatırken sağdaki fotograftaki Vusal ile tanıştım. Çok güzel Türkçe konuşuyor. Ona tamirci sordum motorsiklet için, bir arkadaşını aradı ve ertesi güne randevu aldı. Beni akşam yemeğine davet etti. Birlikte gidip yemek yedik Bereket Döner’de :) Yemek çok lezzetliydi. 

Gece yatakta ayağım havada bir güzel dinlendikten sonra sabah erkenden kalktım ve kahvaltıdan sonra havaalanına gittim. Navigasyonda havaalanına yaklaşıyoruz ama görünürde hava alanı vs yok. Tüm Kazakistan gibi havaalanıda bozkır. Bir küçük betonarme eski kulübe var. Oraya götürdü taksi, her yanı açık, güvenlik vs yok ama girişinde X-ray cihazı var. Orada ayağım kırık olduğu için tekerlekli sandalyeyle beni içeri aldılar, işlemleri yaptılar. Pist göremiyorum bu arada. Birde sanki ikinci dünya savaşından kalma eski uçaklar var, müze gibi onun dışında uçakta gözükmüyor. Gelecektir uçak diye bekledim ama gelen giden yok. Saat geldi bizi toparlayıp bir minibüsle götürdüler ve uçağı gördüm. Antonov 24B, soldaki fotograftaki uçak. Fotoğrafta afili gözüksede aslında çok yıpranmış bir hali var. Kaygılandım bir an, binsem mi binmesem mi diye. Yanlış görmediysem pilotlar aşağıda ve yer ekibi birlikte sigara içiyorlardı. Uluslararası Semey havaalanı deyince beklentilerimi yükseltmişim ondan sanırım bir hayal kırıklığı yaşıyorum. 

Motorumda akşam saatlerinde Astana’ya geldi. Aydar’ın arkadaşının ecza deposuna motorsikleti park ettik ve eve döndük. O gün internette bulduğum bazı Türk nakliyat firmalarını aradım ama ulaşamadım. Bunun üzerine Büyükelçilik Dış Ticaret Müsteşarlığını aradım. Durumu anlatıp yardım istedim. Bir kaç telefon numarası verdiler. İki gün boyunca onlarla görüştüm ama nafile. Daha önce böyle bir taşıma işi yapmadıkları için bir çok sorun var. Ayrıca parsiye çalışmıyorlar yani parça yük almıyorlar. Sorun sorun.  Bu arada Aydar ve Asem beni akşam yemeğine evlerine davet ettiler. Asem’in annesi Mira ve oğulları Cantöre’de evdeydi. Öyle güzel bir yemek oldu ki anlatamam. Öncelikle benim özlediğimi düşünerek Türk yemekleri hazırlamışlar, yanına kazak yemeklerinden örnekler yapmışlar. Asem kadar Mira’nında katkısı olduğu belli. Masada bir kuş sütü eksik! 

Birlikte yemek yedik, şarkılar söyledik, şiirler okuduk. Mira Edebiyat öğretmeni olarak görev yapıyor. Ne kadar mutlu olduğumu anlatmam zor. Aydar bir sonraki gün Astana’ın en ünlü Kazak lokantasına götürdü beni, Arnau restaurant. Her şeyin tadına baktım. At etinin her türlü yemeğini tattım neredeyse. 

Motora bindim ve temkinli bir şekilde Aktav merkeze doğru sürdüm. Nereye gideceğimi bilmiyorum. Önce acil benzin almalıyım ve motor istop etmemeli çünkü akü dolmadan yeniden çalıştırmak mümkün olmayabilir. 5 km kadar sonra bir Petrol istasyonuna yanaştım ve benzin doldurun dedim, Benzin deposunun kapağını yedek anahtarla açtım, adam istop et diyor, ben edemem doldur diyorum, zorla ikna ettim benzin doldurmaya. Sonra devam şimdi bir motor tamircisi bulup motora bakım yaptırmak ve ayna demirini kaynattırmak istiyorum. Şehrin girişinde sanayi gibi bir yer var, orada dolaştım ama tamirci bulamadım. 

Motorumun zincir bakımı yapıldı ama 3 saat sürdü. Tek tek bakla bakla temizledi ve damla damla yağladı. Tüm kontroller yapıldı. Sanki yoldaş gülümsemeye başladı gibi hissettim. 6000 ruble ödedim sanırım, yani 100 dolara yakın. Şehirde Aktav otelde kalıyorum ve altında Bukowski Bar var. Çok hoş bir mekan yapmışlar. Oturup dinleniyorum, kahve içiyorum. Oranın müdürü Nabi ile arkadaş oldum. Sohbet ediyoruz. 

Feribottan ses yok. 3 gün oldu geleli neredeyse ve benim dönmem lazım. Fakültede derslerim var salı günü orada olmalıyım ve bugün cuma neredeyse. Cuma günü Vusal’la gezdik Akşam geç saatte beni otele bıraktı bende bir şeyler içeyim sonra gidip yatayım diye Bukowski bara geçtim. 

Kalabalık bar, oturacak yer yok, sahne içinde sayılacak kadar kenarında  bir küçük masa var oraya oturttu Nabi. Saat tam 12 civarı sahneye canlı müzik için bir genç erkek ve kadın çıktı, müzik başlar başlamaz tüm misafirler topluca sahnede oynamaya başladılar ve ben ortada oturuyorum masada. Kalktım, kenara geçtim ve izledim. Çok hoştu, gerçekten eğleniyor insanlar ve kimse kimseyle ilgilenmiyor, eğlenmekten başka. 70-80 yıllar Türkiye’si böyleydi ve ben o yılları özledim sanki. Sonra çıktım uyudum. Cumartesi günü haber geldi, Feribot Pazar günü gelecek.  

Bu arada Azerbaycan’dan feribot gelsin diye bekliyorum. Feribotun kalkış saati yok, Azerbaycan’da ne zaman dolarsa yola o zaman çıkıyor, Aktav’da çok kalmıyor, yolcuları alıp geri dönüyor. Ancak ne zaman geleceği hakkında bir bilgi yok bir kaç gün diyorlar sorduğunuzda. Vusal akşam Aktav’ı gezdirdi bana. 

Aktav sonradan gelişmiş büyük bir şehir. Nur Sultan Nazarbeyev güzel bir sahil şeridi yaptırmış. Kentte Sovyet Rusyadan kalan izlerde çokça var.  Zaten Rus nüfusta fazla. Rusları görünce tanıyorsunuz. Aşağıdaki motorsiklet tamircisi mesela Rus.

Bu arada 4-5 gündür Aktav’dayım. Motorum zaten hazır, eşyalarımıda hazırladım. Vusalla, Nabiyle vedalaştım. Sabah erkenden kalkıp feribotun kalakacağı limana Kurik’e doğru yola çıktım. Kurik limanı yeni hizmete girmiş navigasyon göstermiyor. Kurik kasabası yakınında olduğu için Kurik kasabasına gidip limanı soracağım. Kurik’e girerken bir Kazak mezarlığı gördüm. Sağ taraftaki fotoğraf. Mezarlar kubbeli, oda oda yapılmış. Kurike geldim ama kimse İngilizce bilmiyor. Limanı bulamıyorum. Sadece kasabadan önce bir yoldan sağa dönmem gerektiğini anladım. Herhangi bir yönlendirme levhası da yok yolda. Artık içgüdüsel bulmaya çalışacağız. Deneme yanılma :)

Gemiye binince rahatladım. Yaklaşık 24 saat sürüyor Azerbeycan’a ulaşmak. İlk kez bu kadar uzun bir gemi seyahati yapacağım. Pazartesi akşam ya da gece Azerbeycan’a varsam, O gece kalıp salı günü Gürcistan Tiflis’e oradanda Türkiye’ye girsem, her halükarda bazı derslerimi kaçırmış oluyordum. Bu nedenle arayıp derslerimi iptal ettim. Gemi binişi tamamlandı, kapaklar kapandı ama gemi hareket etmiyor. Saatler ilerliyor ama en. ufak bir hareket yok. Külek (Rüzgar) var diyorlar, neden kalkmadığını sorduğumuzda. Ne zaman kalkar? Külek durunca. Şaşkınım çünkü aslında biz bir rüzgar hissetmiyoruz o kadar sert. Hafif dalgalı deniz ama bizim istanbul boğazında çalışan sıradan vapurlar bile ne fırtınalarda geçiyor. Sorduk meğerse bu gemiler rusyanın kuzeyinden nehirler aracılığıyla hazar denizine getirilmiş, yani altları dümdüz gemiler ve en ufak rüzgarda ciddi sallanabiliyorlarmış.

Dağ bayır aşarak buldum limanı. Çok zorlu bir süreç yaşadım. Çünkü Rusya girişinde bana verilen belgeyi istediler ve o belge bende yok. Motorun belgesini istediler Kazakistan girişinde verilmesi gereken ama vermediler girişte. Çünkü motor pikapla girdi ama anlatamıyorum. Belge yok sen gitmek yok! Mahkemeye çıkarsın diyorlar. 150$ ödedim ceza diye boş bir kağıda bir şeyler karalayıp imza attırdılar. Kabul ettim çünkü gemiyi kaçırırsam bir hafta daha beklemem gerekebilir. Sonunda gümrükten çıktım ve gemiye binerken mutlu fotograflar çektirdim. Başıma geleceklerden habersiz :) Gemiye motorla çıktım. Motoru güzelce bağladım. Sallanırsa düşmesin diye. Bu arada Benjamin Redd ve Kumar Prashant ile tanıştım. Biri hintli diğeri İngiliz aktivist. Ülkelerinden göçmek zorunda kalmış sığınmacılarla ilgileniyor, onlara gönüllü eğitimler veriyorlar. Ayrıca başka insanlarda var farklı ülkelerden.

Bu arada gemideki yolcularla kaynaştık. Oyunlar oynuyoruz. Çalıp söylüyoruz, sohbet ediyoruz. Gemi personeli de bize Türklere yakın davranıyor. Gemide iki Kamyon şoförü var. Biri Ahmet diğeri Yaşar Karataş. Yaşar daha sosyal. Herkesle iletişim kuruyor, çat pat İngilizce de konuşuyor. Gemide yemek paso tavuk. Her öğün tavuk yiyoruz. Çayda veriyorlar ama kazan çayı gibi. Yani demlik yok. Şehriyeli değil bildiğimiz şehriye pilavı ve tavuk. Yanında bazen çorba. Şikayetçi değilim zaten kilo almıştım yatmaktan kırık ayakla. 

24 saat geçti hala kalkmadı gemi, 48 saat geçti hala kalkmadı ve biz gemiden inemiyoruz. Sıkıldım, zaten işe de geç kaldım. Kaptana kadar gittim. Kaptan köşkünde oturup denizi ve rüzgarı seyrediyor ama kalkamayız. Külek tehlikeli. Daha önce böyle bir gemi batmış Hazar denizinde. Çaresiz yine sohbete devam, tavuk tabldot, kazan çay. Azeriler çok güzel Türkçe konuşuyorlar. Tv programlarından öğrenmişler. Müge Anlı ve programlarını tartışıyorlar. Ben ne Müge Anlı ne de programı hakkında bu kadar bilgi sahibi değilim.

Akşamları yine çalıp söylüyoruz. Bu arada gemide 2-3 Alman, bir ingiliz, bir Fransız, bir Hintli ve bir Avusturalyalı genç var. Hepsi İngilizce’yi çok iyi konuşuyor, neredeyse hepsi Almanca konuşuyor. Hatta genç çocuklardan bazıları benimle felsefe tartışıyorlar. Çok kıskandım, bizim gençlerimiz ne yabancı dil konusunda nede hayat felsefeleri hakkında bu kadar donanımlı değiller diye düşündüm. Üstelik İngiliz genç kadın 22-24 yaşları arasında evli ve tek başına bisikletle Orta Asya turuna çıkmış. Eşi internetten takip ediyor. Cesaret inanılmaz. Yine bir Avusturyalı ve bir Alman çift bisikletle seyahat ediyorlar. Soğuk, sıcak, yağmur dolu dinlemeden. Bu gençler geleceğin siyasetçileri, iş adamları yada mühendisleri olacaklar. 

Sonraki sabah uyandım ki bir tuhaflık var, bir homurtu duyuyorum ve ayrıca sanki sallanır gibi gemi. Hemen lombozdan dışarı baktım ki gemi hareket etmiş, yani yoldayız. Nasıl sevindim. Üstümü giyip üst güverteye çıktım, sahile paralel olarak seyir halinde olduğumuzu gördüm. Herkes mutlu neredeyse 3 gün gemide hapis kalmıştık. Akşamüstü gün batımında güverteden kaydettiğim video aşağıda. Hava ılık, denizin tam ortasındayız neredeyse, gün batımının kızıllığı her yanda, arkada geminin suda bıraktığı izler. Çok hoş bir manzara oluşturuyordu. 

Yoldaşla ilk kavuşmam, Aktav’da Vusal, Bukowski Bar, Mercury 1, Hazar Denizi geçişi, Gümrükte yaşadıklarım, çok kültürlü bir ortamda geçirdiğim 3 gün, tanıştığım 

insanlar, hissettiğim endişeler, mutluluklar, şaşkınlıklar, sevinçler bu dönüş yolculuğunun hafızamda bıraktığı izler oldular. Anıılar ve yaşantılar. Çerçevelerim genişledi, daha çok yaşadım diyebileceğim. Zenginleştim. Yaşantı birikimim arttı. Mutluyum. İyi kötü yaşadığım her şeyden mutluyum onlar kişiliğimin eseri ve aynı zamanda kişiliğim ustaları oluyor. Onlarla şekillleniyorum.

Artık vedalaşma konuşmaları başlamıştı. Fotoğraflar çekildi, iletişim bilgileri alındı, eşyaları toplamaya başladık ve gece yarısından sonra 2 civarı Alat’a yanaştı gemi. Bakü’ye 70km. Yaşar’la en yakın otele kadar süreceğiz çıkışta. Ben otelde dinleneceğim bir kaç saat, o arabada, sonra yola devam. Birlikte seyahat edelim istiyoruz. Uzun yolda ayağım nasıl olur bilemiyorum. Gerekirse motoru kamyona yükleyelim diye düşündük. İşlemler çok uzun sürdü. 4 gibi limandan çıktık. 5 gibi otele yerleştim. Sabah 9 gibi Yaşar uyandırdı ve yola çıktık. Ama kamyon ve Yaşar çok yavaş. Ben Tiflise vardığımda o daha yolu ancak yarılamıştı. 

Tiflise akşamüstü vardım. Ancak bir önceki gün çok az uyuduğum için çok yorgundum. Tiflis girişinde otele yerleştim, şehri hiç gezemedim. Sabah güneş doğmadan yola çıktım Öğlene doğru Türkiye’ye giriş yapıp. Hemen sınırda Kemaliye’de Motoru bir arkadaşa bırakıp Trabzon’dan uçakla İzmite dönmem gerekiyordu. Bir hafta sonra tekrar gelip motoru alıp İzmite dönecektim. O nedenle Tiflisten gün doğmadan sadece geçtim. Mutlaka tekrar gidip bir güzel gezeceğim. Öğle üzeri Batum’a geldim. İlk anda şaşırdım Las Vegas gibi olduğunu bilmiyordum. Ama yine hiç zaman kaybetmeden sınıra gittim. Sınırda sistemler arızalı olduğu için beklemem gerekti ama sonunda işlemleri tamamlayıp Yolcu ve Yoldaş birlikte memlekete giriş yapmış oldu.

Ne olur ne olmaz kullanamazsam diye motoru Bakü’de bırakabilmek için Azeri öğrencim Zaur’la konuşmuştum. Zaur aynı zamanda yurtdışına kamyonu ile nakliye yapan Kemaliye’den Mustafa ile tanıştırmıştı beni. Bakü’de kalmam gerekmediği için Mustafa’yı arayıp Kemaliye’de motoru bırakmak istediğimi söylemiştim. Mustafa seferde olduğu için abisi Kemal beni karşıladı. Motoru evlerinin altındaki garaja bıraktık. Kemaliye’de dolaştık. Yemek ikram ettiler ve beni Hopa’ya kadar götürüp Havaş’a bindirdiler. Güzel dostlar. Bir hafta sonra döndüm, Mustafa da dönmüştü birlikte kahvaltı ettik ve ben motoru alıp Karadeniz sahil yolundan ilk gün samsuna kadar sürdüm.

Samsun’u az geçince Havza’da kalmayı planlamıştım. Gece termal bir otelde kalıp, sıcak havuz, masaj keyfi yapacak hemde kırık ayağıma iyi gelebilir diye düşünüyordum. Samsun çıkışı çok ağır bir yağmur başladı. Çok geçmeden dağa doğru tırmanırken yukarıdan küçük sel gibi akıntılar görünmeye başladı. Ara yollardan ana yola sel akıyordu ve gittikçe artıyordu. En son öyle bir akıntıya kapıldım ki motor altımdan kayıp düşecek diye çok koktum ve bir petrole diğer onlarca araba ile birlikte sığındım. Petrolun arkasındaki tepeden petrole de ağır bir akıntı taş toprak sürükleyip taşıyordu. Yaklaşık 1 saat bekledikten sonra yağış azaldı. Bir araba yola devam etmeye karar verdi, onun telefon numarasını aldım ve 15 dk sonra arayıp yolun durumunun iyi olduğunu öğrenince yola çıkıp Havza’ya ulaştım.

Havza’da sırılsıklam bir şekilde motoru park ettim, oıtele girdim, üstümü değiştim ve doğrudan termal hazuzun en sıcak olanına attım kendimi. Öyle dinlendirici ki sıcak su, rahatladım. Bir müddet sonra masaj, kese ve sabun yaptırdım ve dahada rahatladım ve küçük bir şeyler atıştırdıktan sonra gidip uyudum. Derin bir uyku sonrası sabah gündoğumu uyandım, hazırlandım ve yola çıktım. 6 Temmuzda başlayan yolculuk bir iki aylık kırık ayak iyileşmesi sürecinden sora 12 Kasım’da evde motorum ve benim dönüşümle son bulacaktı. Sabah Havza’da ve sonrasında hava çok soğuktu. Gerede’ye inene kadar en yüksek 5 derece gördüm. Motorla giderken hissedilen daha düşük oluyor. IIlgaz dağlarından Gerede’ye oradan Boluya inince hava ısındı. Hava buz soğuk, sonbahar renkleri sarmış her yanı, parmaklarımın ucu donsada insan mest oluyor güzellikler karşısında. Ve son kilometreler aşağıdaki videoda. Belki bir başka yaz yeni rotalar ve yeni maceralarla yolculuk devam edecek. Ama bu yol, yolcuyu ve yoldaşı yordu. Zaten bu nedenle adı “adventure” bu motorların. Çok maceralar yaşandı ve yaşanmaya devam edecek.

Kocaeli Üniversitesi,  Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü 41380  İzmit/Kocaeli/Türkiye

ismetsahin@gmail.com